14 Şubat 2019

nihat genç'in barış manço hakkındaki yazısı

Nihat Genç'in, Barış Manço'nun ölümün ardından 20 Şubat 1999 tarihli Leman Dergisi'nde yazdığı yazı. Daha önce Ekşi Sözlük'te paylaştığım tarama dosyayı program ile metine çevirdim, kontrol etmedim. Yazım hataları olabilir, affola...
-----
Karaüzüm
(Geçtiğimiz haftanın başlığı "kokarak ölen insanlar" idi, yanlışlıkla "korkarak" çıkmış, bu gibi onlarca hatayı düzeltirken bu sütunda fazladan yer harcamış oluyorum, en iyisi bugüne kadar olduğu gibi okuyucunun anlayışına bırakmak. Mektuplarını da okuyor, duygulanıyorum, yine sütunda yer tutar diye bahsedemiyorum.)

Geçtiğimiz hafta yazdığım yazı bende güç bırakmadı, mecalim kalmadı, 56 hafta önce de Malta Kuşatması adlı hikayem beni çok yormuştu. Domuz gibi sapasağlam bir adam olmadığım için özür dilerim. Yaşadıklarımı kağıda aktarmak benim için çocuk oyuncağı değil. Bir duyguyu kelimelerle ifade etmeye kalkışmak, insanı bir oyun dayak yemişten beter ediyor. Ağrı devam ediyor, bu haftayı hafif bir yazı, sohbetle geçiştireceğim. Keşke, daktilonun başına oturup bir çırpıda yazısını bitiren yazarlardan olsaydım, tıkanana kadar koşmanın ne anlamı var. Sokağa çıktığımda normal insanlardan oluyorum, daktilonun başına oturduğumda köpüren, kafası karışık, kelimelerin akıntısına kapılmış, duygularını kontrol edemeyen bir insan. Ya bu işi bilmiyorum, ya da bunun başka bir yöntemi olmalı.

Oysa bir yazar, gözyaşlarını estetik formun içine, metnin dramatik yapısına gizlemeli, bodoslama ağladım, sızladım gibi kelimeler kullanmamalı. Bet beter yorgunluğumun sebeplerini ararken, antik mezarlardaki gözyaşı şişelerini düşündüm. Gözyaşı manevi bir zincirle sizi öte dünyaya bağlayan kutsal bir su. yeniden dirildiğinde geride kalanların duygularını bu şişelerden okuyacak, elektrik, şimşek, sızı, huzursuzluk dolu, ağıtların suyu. Rahatlıyor, manevi borcumuzu ödemiştik duygusu veriyor.

Geride kalanların gidenlere en büyük armağanı. Yeşilçam'ın kötü filmlerinin büyük başarılarından biri, başrol sanatçıları, ağlamayı, bir katkı almadan rol icabı becerebilmeleri. Tiyatrocuları= da çıplak sahnede ağlamayı sever. Yıldız Kenter, spot ışıkları altında (ki kendisini hiç sevmem) kollarını açıp, sabit noktaya bakarken hüzünlü tiradını okur. Seyirci de birbirine dirsek vurarak: "Aaa iyice bak, gözleri doldu, ne büyük sanatçı..." Rol icabı ağlayan bir insan neden büyük sanatçı olsun, ucuz, ticari bir tat. İnsani zangır zangır titreten ülkemin gövdesini sarmış bir sahtekarlık bu. Saf bir boş inançlılıkla ağlayanlara büyük sanatçılık unvanı verenler, kendi duygularını, IQ testi yaptırır gibi ölçüp, test etsinler. Kontrolsüz bir hasta gibi ağlayan bu insanların "duyguları" dahi yumurta akından, kendilerinin değil, bu yüzden "uzun süre" bu duygularla yaşayamaz, kuyruğuna teneke bağlanmış kedi gibi karmaşık bir heyecan yaşarlar.

Barış Manço'nun ardından ağlamadım, üzülmedim, iyi kötü bir etki bırakmadı, bende. Su hortumu gibi gözyaşı dökenleri, beyinleri yıkanmış zavallı insanlar olarak gördüm.

İşkencede öldürülmüş çocuklara ağlamıyoruz, bir bok karıştırmışlardır deyip kestirip atıyoruz, doğuda ölenlere ağlamıyoruz, bölücüdür deyip kestirip atıyoruz, gecekonduda soğuktan ölen sekiz çocuğa, ki Barış Manço'yla aynı gün öldüler, yazık şu yoksulların haline deyip geçiştiriyoruz, ağlamıyoruz, banka kuyruğunda emekli kocakarılar ölüyor, Allah siyasilerin belasını versin deyip, birkaç küfürle suçu parlamenterlere havale edip yine ağlamıyoruz. Ama Barış Manço'nun ardından hastaca bir zorlamayla, uyanık ve kurnaz bir artist gibi koy vermeye çalışıyoruz...

Ne yapacağını bilmeyen, duygularını tanımayan, savunmasız çocuklara öğretilmiş, beyinler yıkanarak dayatılmış bu ağlama seanslarını bu ülkenin aydınlan iyice düşünmelidirler.

Yüzlerce insan işkencede öldürülse dahi, bir sanatçı öldüğünde, tüm hayatımızı bir kenara bırakıp, sanatçının ardından yakınmamız gerekir. Sosyal ve siyasi terbiyeniz bunu gerektirir. Çünkü sanatçılar çağın peygamberleridir. Bizim adımıza çileler çekmiş, bir küçük melodi için yıllarca gövdesini, beynini, göklere ve sonsuzluğa siper etmiş, ruhlarımızı en uzak denizlere taşımış insanlardı... Ya Barış Manço?

Büyük sanatçıymış, kadir bilmiyormuşuz, yüzyılda bir gelirmiş, hay sizin yalanlarınızı, ne mükemmel, ne büyük bir hastalıktır bu. Hatta en yakın arkadaşı, Çankaya'da soyunan kızla mukayese edip, işte, yaaa, sanatçı dediğin Barış Manço gibi olur, dedi...

80'li yılların Banu Alkan'ı da Nazan Şoray değil miydi, ifadesi imkansız aptal bir zeka sahibi, mafya işadamlarının metresini başımıza sanatçı kim yaptı. En güzel parçasını vererek Barış Manço.

Pop rüzgarları esip, coşkulu genç çocuklar onun şöhretini sollayınca, tüm popçuları toplayıp, yüzlerine baka baka onlarla sinsice dalga geçti, o klipte bulunan genç popçular, Barış ağbi bizimle dalga geçti diye ağladılar, duyan olmadı. Coşku dolu bir insan böyle cins dolu bir kalleşlik yapabilir mi?

12 Eylül günlerinde sahneler, televizyon herkese kapalıyken, o tek kanalı' televizyonda şöhretine şöhret katanlar kimlerdi! Ersen Dadaşlar, Barış Manço, Metin Adalet duygusu olan bir insan televizyonu bu kadar işgal eder mi?

Şarkıcılığının yanı sıra TV'lerde eften püften, zeka, düşünce gerektirmeyen on binlerce programı, basit maliyet, basit beyin gücüyle otuz yıl kim yaptı? Eserine güvenen bir insan, ikinci, üçüncü tür çalışmalara kendisini bu kadar kaptırır mı?

Küçük çocukları sahneye çıkartıp şakalaşmasını, nerdeyse, bataklıktan bir deniz ülkesi yaratmış gibi büyük övgülerle, hayranlıklarla anlattık. Ne zavallı ne sorumsuz ne başıbozuk takdir duygusu.

Her televizyonla, her siyasiyle her dönem en iyi geçinen sanatçı kimdir? Barış Manço! Daha acısı bu kadar derin ve istikrarlı "siyaseti" başarabilecek, kafalayabilecek "zekasını", ürünlerinde neden kullanamadı.

Kültürel zevksizliğini çocuklarına isim koyarken açığa vurmuş. Biri Doğukan, biri Batıkan. Ona buna üç beş kuruş hayırda mı bulunmuş, Türkiye'nin en sayılı antika koleksiyonlarından birine sahip. Otuz yıl birlikte çalıştığı arkadaşlarını öyle koyu karanlıkta boğmuş ki zavallı Kurtalan Ekspresi'ni öldüğü gün nihayet tanımış' olduk. Dünyanın dört bir tarafını en iyi imkanlarla kim gezdi? Bir arkadaşı, Ekvator'daki hayali çizgiye, kibrit kutusunu koyup, çizginin diğer tarafında aşağı, üstünde yukarı düştüğünü, kendisine, işte bu büyük ölümsüz sanatçının öğrettiğini, gözyaşları içinde anlattı.

İstanbul’un en güzel semtlerinden Moda'nın en güzel evine kim oturdu, bu yoksul halkı düşününce insan ürperiyor, ama adı: Barış Manço.

Cenazesinin ardından hanımı onu hangi arabayla uğurladı: Mafya filmlerinde olduğu gibi Rolls Royce'la...

Barış Manço'nun sesi güzel değildi, vasat bir sesle otuz yıl zirvede nasıl kaldı, bunu ancak, Demirel gibi siyasilerin de dayandığı bu ülkenin kötüler ve zorbalar ve uğursuzlar tarafından işgaliyle açıklamamız gerekirken, "o her zaman büyüktü" gibi sahtekarca konuşuyoruz.

Eli kalem tutan herkes Tansu Çiller'den nefret ettiğini söylediği günlerde, DYP Kadıköy'den başkan adaylığını koydu. Gerçek bir sanatçının siyasi beklentisi ne olabilir, küstah bir ihtiras. Ve cahilce bir girişim.

Çelişkileri dünyada eşi benzeri olmayan bu ülkede, siyasilere, bozuk düzene karşı bir tek cümlesi, sızısı olmuş mudur? Hayır.

Ancak, istesek de istemesek de yasaklı, baskılı dönemlerde çocuklar mışıl mışıl uyurken bile onun şarkılarını dinlemek zorundaydı. Alt beyinlerine işledi. Kuzey Kore devlet başkanının ölümünü hatırlayın. Bir insanın yirmi dört saat zorla hayallerine girenler, orada katırlar. Artık Barış Manço'yu inkar etmek çocukluğumuzu inkar etmektir. Bu büyük inkara kimsenin cesareti yoktur, çünkü herkes aptal hayrandır, eleştirel, kendine güvenen, seçim yapabilen bireyler değildir ve hiç kimse çocukluğumuzu silip atamaz. Bu ülkemizin bize dayattığı trajik bir öyküdür.

Otuz yılda yaptığı birkaç güzel şarkıdır, muhteremin arkasından yine de ağlıyoruz, çünkü, ağladığımızda kaza bela çıkmıyor. Kürtlerle, gecekondularla, insan haklarıyla, devletle, milletle, Atatürk'le, aramıza bir bozukluk çıkartmıyor. Böyle ucuz herkes ağlar! Halkımızı ağlamanın bile beleşine alıştırdık. Ama bu sanatçının bıraktığı derin ıstıraptan değil, maliyeti ucuz bomboş suratların, dar görüşlü, savunmasız kitlelerin bağırsak tembeli göz pınarlarını çalıştırması.

Ağrısız başımızın sultanı Barış Manço. Ardından dökülen gözyaşları, doğduğumuz ülkede beyinlerin nasıl yıkandığını, vasata tapan, tapındıran ne çok, ne etkili medyacılar, yazarlar olduğunu gösteriyor.

Otuz yıl içinde gazetelerin Barış Manço'dan bahsetmediği tek bir gün olmuş mudur? Belki birkaç gün olmuştur, o günlerde de kalp krizi geçirmiştir. Aydın Doğan, Zafer Mutlu, Dinç Bilgin gibi patronların .iki olan haftalık Aktüel, Tempo, Gala gibi dergiler, on yıllarca onunla her bahaneyle, her gereksiz durumda on binlerce röportaj yapmadı mı?

Peki, Barış Manço'dan aklınızda tek bir cümle, fikir, söz kalmış mıdır? Bomboş bir kafa.

Barış Manço, bir kez, o kadar itilmiş, yasaklanmış, dövülmüş, yazardan, sanatçıdan bahsetti mi? Hayır. Bu yüzden bizim de Barış Manço'yu yazmak aklımızın ucundan geçmedi. Onu yazmamız için ölmüş olması gerekirdi, öyle oldu. Tıpkı Hikmet Şimşek'in de ölmesini beklememiz gibi.

Bu adam da otuz yıldır ekrandan inmiyor. Yüzünü görmekle kusmak duygusu aynı. Hikmet Şimşek'in de uzun saçları, çocuksu irilikte yüzükleri olsaydı, belki onu da severdik...

Hikmet Şimşek de gepgergin bir fenomendir, iyi dinleyin. Ağır bir akciğer hastalığı geçirmiş, hassas bir insan. İhtiraslarının sınırı olmadığını, en yakın arkadaşı ünlü hariciyesi beyfendi Semih Günver de söylüyor. İstediği her şeyi ele geçirmiştir. TRT'nin tüm imkanlarını otuz yıldır kullanmasının yanı sıra, yurtdışı elçilerimize ricalar, torpillerle zorlayarak çoğu zaman tepetaklak konserler verdi. Barış Manço gibi, Japonlar ona da hayran oldu.

Ayrıca profesör oldu. Ancak, hayatını anlatırken, Barış Manço gibi, o da Japonların kendisini nasıl takdir ettiğini uzun uzun örnekleyerek anlatır. Hatta, çok sesli müzikten zinhar taviz vermeyen Hikmet Şimşek'i Japonlar, batılı bestecilerin parçalarıyla değil, mehter marşı çaldığı zaman sever. 0 da madem böyle seviliyorum deyip, mehter marşını defalarca Japonlar'a kerhen çalar. Tanzimat'tan beri devlet, tüm eğitim imkanlarını batıya doğru kullanmıştır. Devlet imkanlarını sonsuz ölçüde kullanan son otuz yılın bu iki büyük sanatçısından biri Hikmet Şimşek, diğeri Barış Manço'dur. Nedense Japonlar ikisini de çok severken, batılılar ikisini de ciddiye almamıştır.

Onlar da evrensel takdir doyumlarını durumlarını Japonya'da gidermişlerdir. Bunun sebebi basittir. Japonlar da bizim gibi narsist millettir, kendilerini okşayan, dostluktan bahseden, sanatı, şebekçe herkesi kucaklayan insanların yaptığı bir şey zannedenleri çok sever, baştacı yapar. Ama Batılılar, eleştireldir, zor beğenirler. Orada torpille, dostlukla, birilerine sarılıp kucaklaşarak "sanatçı" olunmaz.

Yüzeysel konuşmayı ve hoşbeşi "sanat" sanan bu zavallılar, Faruk Güvenç'i tanır mı? Milliyet gazetesinde ısrarla cumhurbaşkanlığı orkestrası eleştirilerini uzun yıllar yayınladı. TRT'de çok sesli programları ilk örgütleyen bu adam Suna Kan'ın kocasıdır. Çok sesli müziğin en büyük otoritesiydi. Gerçek bir batı müziği hastası olduğu için içti, duygulu, bu yüzden alkolikti. Ölümü de burdan oldu. Müzik bilgisiyse ondaydı, eleştirmenlikse ondaydı, ölümünün ardından on yıllar geçti, Barış Manço'yu manşete çekenler, bir tek satır aynı gazetede ondan söz etmeye fırsat bulabildiler mi?

Sağcılık böyle bir şeydir: Körlük, kayırma ve sanat. Her şekilde yılışık ve cahillik pazarlayan bu adamlar, bu ülkede otuz yıldır yazar sanatçı pazarlıyorlar. İşte ÖDP, güya sol parti, bu sağcı zehirlenmeden kendini kurtarabiliyor mu?

İstanbul’dan Adalet Ağaoğlu'nu aday gösteriyor. Bu kadıncağızı etrafındaki şarlatanlar büyük yazar olduğuna inandırmışlar, o da sokakta büyük yazar gibi yürüyor, bu yüzden kendisine araba çarptı, az daha ölüyordu. Geçtiğimiz sene Aydın Doğan'ın elinden altı milyar ödül aldı. Ayrıca tüm ününü, Zafer Mutlu, Aydın Doğan'ın .iki dergilerine ve bankalarına borçlu. Pek yakında Aydın Doğan'la "çav bella" söylerse şaşırmayalım.

Hem holdinglerin sanat açlığını gidermekle görevli, hem solcu gençlerin partisinden, Che Guevara imgesini tamamlayacaksın.

Türkiye'nin son yirmi yılda en büyük başarısı: KESK'tir. Partilerin görevi, bu çeteler ülkesinde, tüm yoksulluklara rağmen güçlü bir sendikalaşma savaşı veren ve sayısı yüzbinleri geçen ve hala dimdik ayakta KESK'in tüm şube müdürlerine kadar isimlerini listelere doldurmaktır. Sol ideolojinin ahlakı da bunu gösterir, sosyal ahlak da bunu gösterir. KESK'in ne olduğunu ve yaptıklarını görmeyenle de zaten işim olmaz.

Ancak, şöhretini, ahlakını, yazarlığını medya patronlarına borçlu bu isimleri başta° eden ÖDP, bir tarafta Aydın Doğan .ikini tutup, diğer taraftan solculuk yapmaya çalışan aydınlarıyla Barış Manço'nun şahsında tanımlamaya çalıştığımız bu büyük sağcı zehirlenmeden kendini kurtaramıyor

Velhasıl, Nasreddin Hoca'nın çüküne yosun sarılmış, dönmüş: "yeşil yosunlara da sarılsan ben senin ne mal olduğunu bilirim" demiş.

Gelelim yorgunluğumun sebebine. Çetin Altan geçtiğimiz günlerde, Saddam'ın her Amerikan uçağı düşüren askere ödül vereceğini söylemesi üzerine, "Saddam'ın mermileri o uçakların yüksekliğine ulaşamaz, çünkü o uçakları o yükseklikte tutan Jack London'dur, Anatol France'dır, Balzac'tır" dedi!

Yetmiş yaşı geçmiş Çetin Altan bunca okumuşluğuna rağmen bu devasa yazarların büyük insanlık trajedisinin yazarları olduğunu göremiyor. Onları vahşi kapitalizmin köpekliğini yapıp silah sanayiine hizmet eden akademisyenlerle karıştırıyor. Tolstoy, Hemingway, Roman Rolland, Russel gibi yazarlar, savaşa karşı durmuş, devletleriyle başları derde girmiş, barış yanlısı, savaşsız bir dünya isteyen büyük yazar kitlelerinin oluşmasında çok büyük kavgalar vermişlerdir.

Çetin Altan bilmeli ki, o uçaklar bu yazarlara rağmen o yüksekliğe çıkmıştır. Bu yazarlar da olmasaydı, belki de 18. yüzyılda imha edilen ve hala bilinmeyen bir Orta Afrika ülkesi gibi tarihten silinecekti Orta Doğu... Ve bu imha savaşların! "kader", "normal" görebilecekti.

Elli yıldır yazan bir yazar böyle diyorsa, cahilliği, düşüncesi buraya kadarsa, biz, burada ne yazıyoruz? Belki de Çetin Altan, kendi ülkesinde Aydın Doğan'ın, Dinç Bilgin'lerin .ikini tutan solcu yazarları düşünüp böyle söylemiş olabilir, o zaman doğru. 0 yazarları bizim Adalet Ağaoğlu gibi yazarlarla karıştırıyor olmalı.

İşte bu cehalet bizi yorgun düşürüyor. Artık neden yazayım, niye yazalım. Düşüncesi saçmalık, felaket bile değil, büyük bir boşluk. Boşluğa düşüp boğuluyor bedenimiz...

Başına bomba düşen halkın ölümcül çığlıklarını duyarak yazar olsaydılar böyle düşünmezdiler. Siz, silahların gücünü, etkisini düşünerek, o silahların sahiplerine, kucaklarına oturarak yazar oldunuz...

Bir Türk subayı Necmettin Alkan'ın Kore anılarında anlatılır. Türk askeri İzmir’den Amerikan askerleriyle dolu Eltinge gemisine biner. Gemide emir komuta Amerikan askerlerindedir. Türkler misafirdir. Uzun yolculuk maceralarını anlatan subay, Amerikan zenci askerlerini de detaylayarak anlatır ve gemide ırkçı ayrımı şiddetle gözlemler. Ancak, bizde de karaderili bir asker vardır, adı: Mehmet Ali Karaüzüm. Karaüzüm, Amerikalı zenci askerler tarafından fazlasıyla ilgi görür. Türk subayları şaşırır. Zenci askerler, mutfaktan pahalı, lüks çikolatalar, yiyecekler getirip Mehmet Ali Karaüzüm'e ikram ediyorlarmış. Ama, Karaüzüm, her defasında konuşmuyor, kaçıyor, muhatap olmak istemiyormuş... Subay dayanamamış, sormuş, Karaüzüm, neden kaçıyorsun bu insanlardan... Karaüzüm: "Komutanım ben bu memleketin çocuğum, onlardan değilim." Şunu söylemek ister Karaüzüm: Hem Amerikalı'dan dayak yiyeceksin, hem mutfağından çikolata tıkınacaksın, hem silahını tutacaksın, hem de eziliyorum diye ağlayacaksın. Karaüzüm'e hak verdim. Hem kapitalist patronların kucağına oturacaksın, hem mutfağından ziftleneceksin, hem silahını tutacaksın, hem de ben solcuyum diyeceksin. Evet, ben de Karaüzümler gibi düşünüyorum. Ben bu memleketin çocuğuyum, sizden değilim.

Nihat Genç
20 Şubat 1999

Hiç yorum yok: